Sağ olsun okurlarımdan bir kısmı yazarken zorluk çekmediğimi ifade etmişler. Bazıları da “mail”le sormuşlar. “ Nasıl bu kadar her konu da rahat yazıyorsunuz?” diye… Hatta Hatice Hanım; öğrencilerine,  okulun açıldığı gün benim yazılarımdan bir kısmını okutacağını yazmış. Buradan öğretmenimize selamlarımızı iletelim öncelikle, ayrıca bunun beni mutlu etmekle birlikte sorumluluğumu da o denli arttırdığını söylemem gerek.  Tabi yazmak için okumanın gerekliliği çok tartışıla gelmiştir. Ancak ben bunun salt okumakla ilgisi olduğu kanısında değilim. “Okumak çok değerli, çok önemli ancak  ‘yaşamak’ bir başka tecrübe desem ukalalık etmiş olmam umarım.”

Bugünkü konumuz 1071’de ardına kadar açılan Anadolu’nun kapılarının şükür ki bir daha kapanmaması, bugünlere nasıl gelindiği ve bundan sonraya nasıl gidilmesi gerekliliği üzerine olacak. Naçizane bir edayla…

Tarihler 4 Eylül 1063… Rey’deyiz, Büyük Selçuklu Devleti’nin büyük sultanı hasta yatağında ‘zekaret’ halinde bir sağa bir sola döndü.  Zorlukla doğruldu “Bir yudum su verin bana!” Etrafına bakındı, dilinden yutkunarak şunlar döküldü: “Hayatım, devletimi ve milletimi yüceltmek için geçti. Lakin ilahi kudret; bana bir oğul vermedi, onun sırrı şudur ki bambaşka bir “Sultan” devletin başına geçmeli ve ilelebet bu devlet bu millet devrilmemeli.” Bu sırada kapı açıldı gıcırdayarak, Tuğrul Bey hafifçe gülümsedi, “Geldin mi? Öyleyse gidelim.” diyebildi. Gelenin kim olduğunu da nereye gidileceğini de herkes bilirdi. Makamı cennet, mekânı “Peygamber” yanıdır inşallah.

Öyle bir ordu kuralım ki Horasan’da ölüm kudursa, kapı kapı dolaşsa vazgeçmek yok bu davadan, bu millet var oldukça.

Diyojen iyi bir savaşçıydı. Fakat hanedan mensubu değildi. Askerlik bilgisi, tecrübe ve cesareti, dul İmparatoriçe ‘Eudoxie’nin’ dikkatinden kaçmadı, diğer teklifler reddedildi. Diyojen, bir anda hanedanlık koltuğuna oturmuştu. Eş var rezil eder; eş var vezir eder misali gerçekten de öyle en büyük örneği “Diyojen” işte…

Alparslan, ne büyük sultan! Dirayeti, heybeti, meziyeti her şeyiyle en önemli Türk büyüklerinden biri olarak geçti tarih sahnesinden.

Tam üç yıl hazırlık yaptı Romen Diyojen, güçlü ordusunun verdiği öz güvenle direniş ve tehditle karşılaşmadan ilerliyordu Türk–İslam üzerine. Diyojen, bu seferi Türk tehdidinden kurtulmak için başlatmıştı ancak ordusunun verdiği öz güvenle hedefini büyüterek Doğu’daki tüm İslam ülkelerini hedef olarak belirledi. Amacı artık sadece Türkler değil, doğuda bulunan tüm İslam ülkeleriydi. Öyle ki, savaşı kazanacağından emin olan Diyojen; Horasan, Rey, Acem, Arap ve Suriye şehirlerinin idarelerini komutanlarına paylaştırmış hatta bunu kendilerine taahhüt bile etmişti.

Selçuklu Sultanı Alparslan, Roma Orduları’nın harekete geçtiğini öğrenince Mısır seferi yolundan geri dönerek ordularıyla Suriye’ye doğru yola çıktı. Yeterli hazırlıkları yapmaya vakti olmadığı için ulakları aracılığıyla ordusunun Rey şehrinde konuşlandığı haberini yaydı ve Muş’a doğru ilerleyerek Malazgirt Ovası’nın doğusunda ordugâh kurup savaş hazırlıklarına başladı. Selçuk Bey ve milleti Müslüman olduktan sonra, yurt arayışları epey hızlanmıştı. “Bir “Türk” her şeysiz yapar, lakin yurtsuz asla…” dedi. Alparslan, bu bilinçle yürüdü Anadolu’ya.  Roma Ordusu, Alparslan’ın planladığı gibi Selçuklu Ordusu’yla Rey şehrinde karşılaşacağını düşünerek sefer istikametini kesinleştirmişti.

Alparslan, bir gün önce Diyojen’in asıl niyetini öğrenmek ve zaman kazanmak için heyet gönderdi. Günlerden perşembeydi.  Diyojen, heyet başkanına kışlamak için İsfahan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı daha iyi olduğunu sordu. “Sultanınıza söyleyiniz; kendileriyle her türlü müzakereyi Rey’de yapacağım! Ordumu İsfahan’da kışlatıp Hemedan’da sulayacağım.” dedi. Heyet başkanı da, Diyojen’e, “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de eminim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum.” diyerek, gereken karşılığı verdi. Artık savaş için her yol bitmişti. Tabiri caizse notalar verildi. Kartlar serildi.

Roma Ordusu, Sivas’ta savaş hazırlıklarını tamamlamak üzereydi. Savaşın hangi stratejiye göre gerçekleşeceği tartışılıyordu. Diyojen’in önüne iki alternatifli bir plan koyuldu. Birinci planı Roma Ordusu’nun en tecrübeli komutanı olan General Nikefor Bryennes ile Türk asıllı savaş stratejisti General Magistors Tarkhal getirdi. Bu iki generalin teklifi ‘Türklere’ karşı tedbirli ve ihtiyatlı hareket ederek Erzurum’a ilerleyip burada konuşlandıktan sonra ‘Türkleri’ kışkırtarak üzerlerine çekmek ve savaşın Roma toprakları içerisinde yapmak şeklindeydi. Bu plana göre Roma Ordusu sefere çıkarak bir bakıma “Savunma Savaşı” yapacaktı. Bu alternatife korkaklık olarak bakan bazı generaller ise hızlıca hareket edilip İran’a doğru yönelinmesi, savaşın Selçuklu topraklarında yapılarak hızlı sonuç alınmasını teklif ettiler. Diyojen, ordusunun gücünü kullanmak ve hızlı sonuç almak istediği için ikinci alternatifi tercih ederek istila ağırlıklı bir strateji izlemeye karar verdi. Kibir; tarih boyunca dinin, ırkın, cinsin, cinsiyetin ne olursa olsun kaybettirdiği bir şeydi. 

70 bin kişilik Roma Ordusu 40 bin kişilik Selçuklu Ordusu’na karşı başarılı olacak mıydı? Her iki tarafta da tüm hazırlıklar tamamdı. Alparslan, din âlimlerinin de tavsiyesiyle muharebeyi cuma günü 26 Ağustosta yapmaya karar verdi. 26 Ağustos Cuma günü ordusuyla birlikte namaz kıldı ve dua etti,  “Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” Savaş başladı, Hilal Taktiği harikaydı, Roma Ordusu çok yara aldı, Savaşın kazanılmasında 24 Oğuz kolundan ayrılıp giden “Peçenekler” çok önemli bir yere sahiptir, bunu da ekleyelim. Savaş anında cephe değiştirip atalarının ve kardeşlerinin safına geçmişlerdir. Bazı kaynaklarda bahsedilmese de burada eklemek gerek.  Kadim kardeşlerimiz, milletimizin en önemli parçalarından olan “Kürt”ler, Alparslan’ın yanında savaşmışlar çoğu da şahadet şerbetini büyük bir mutlukla içmişlerdir. Türklerin idareciği, savaşçılığı ve Kürtlerin dostluk ve cesareti Malazgirt’te tescillenmiştir.

"Böyle bir muhteşem tarihten sonra gel de koyma ‘2071’ hedefi"

1071’de Alparslan’ın yanında savaşan bir yiğit, tam 945 yıl sonra yeniden dirilişin ve ebedi bağımsızlığın sembolü olacak,  Türk tarihindeki yerini alacaktı. Adı mı? “Demir” gibi yiğit ne kadar “Halis” niyetli “Ömer” gibi vakur ve cesaretliydi. Böyle bir muhteşem tarihten sonra gel de koyma ‘2071’ hedefi… Türkolog Murat Erşad Al Malazgirt'te başlayan  günümüze değin devam eden mücadelenin kronolojisini anlatıyor yazısının bu bölümünde. İlgiyle okuyacağınızı düşünerek sözü Al'a bırakıyoruz.

Savaş; herkesin bildiği gibi bitti elbette, Alparslan’ın ordusu zaferin sahibiydi. Alparslan atından indi, toprağı öptü. Secdeye gitti. Diyojen esir, Roma Ordusu perişan edildi. Bu zafer aslında 1071 de kalmadı şükür, sonrasında mı hadi şöyle savaş kronojilerine gidelim. Biraz uzun olacak lakin zevk alacaksınız bazen sevinip bazen üzülecek bazen özleyip bazen de kızacağız. Lakin onlar bizim atamız, asla saygısızlık etmeyeceğiz. 1176’da Miryekefolan’la Anadolu’nun tapusu alındı. 1299, dünya tarihinin tüm dengesini değiştirdi. 1302 Koyunhisar’da tekfurlar yenildi. 1326’da Bursa fethedildi. 1329 Palekanon’da tekfur ezildi, 1331’de İznik’e girildi. Bunu 1337’de İzmit izlerken, 1362’de Edirne’ye başkent denildi, Diyojen’in torunları korkuya kapıldı. Hedef neresiydi? 1364’te Sırplar sindirildi. 1371’de Çirmen 1389’da Kosova’dan Balkanlar’a göz gezdirildi. Avrupa yavaş yavaş titredi. 1396 Niğbolu’da darbe vuruldu. 1402’de beklenmedik bir darbe yenildi. Sonra Fetret’e girildi. Zor da olsa söğüt kurumadı, çınar devrilmedi. Nihayet büyük bir şükür gerekti. Büyük bir dersti. İlahi Kudret’in jestiydi.  1444’te Varna’da turnalar uçtu, 1448’de Kosova tekrar edildi.  An geldi Surlar Fatih’in önünde saygıyla eğildi, 1453’te İstanbul fethedildi. Sonrasında 1461’de Trabzon alındı. 1473’te Uzun Hasan yenildi. 1478’de Kırım’la Ruslar’a gözdağı verildi. 1514’te Çaldıran’da Şah devrildi.  1515’te Turnalar dağıtıldı, 1516 Mercidabık’la Mısır’a girilip 1517 Ridaniye’yle halifelik el değiştirdi. 1526 Mohaç için 2 yıl yol alınıp iki saatte bitti. İlk soğuk duş 1529 Viyana’da alındı, kibir mi yapıldı, strateji mi iyi değildi? Sonra Afrika’ya yüründü. 1533 Cezayir Türküsü, 1538 Preveze’de yelkenler fora edildi.  1566 Zigetvar Seferi’nde “Muhteşem” kaybedildi. Üzgündü devlet, 46 yıllık padişah dünyayı terk etti. 1571’de Kıbrıs alınırken doğal sınırlar ve ekonomik sıkıntılar yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladı. Uzun süren deniz savaşları başladı. İran, bir türlü geri adım atmadı. 1514 Çaldıran’ı unutamamışlardı. Eğri Kalesi , Hoçova Savaşı, Kanije'nin fethi ardı ardına geldi. 1606 Zitvatorok yok mu(?) ilk siyasi başarısızlıktı.

1639 Kas-ı Şirin yapılırken 1664’te Vasvar yapıldı. Anlaşmalar artıyorsa savaşlar kaybedilmeye başlanmıştır, bunu yazın bir kenara değerli okurlarım!  1669’da Girit alınsa da 1683 Viyana yine yaramadı.  Ruslar saldırmaya başladı, Azak Kalesi kaybedildi, önemliydi. 1699’da Karlofça’da çok toprak kaybedildi. Asırlarca almak için uğraşılan topraklar bir anlaşmayla verilmek zorunda kalınıyordu. 1700 İstanbul’la hafif nefes alınsa da,  1718 Pasarofça ile yalancı bir cennet kuruldu. Burada araya gireceğim değerli okurlarım, hepimiz tarihe meraklı insanlarız. Yani sadece biz değil bütün milletlerde bu unsur var. Bakın; en çok okunan kitaplara, en çok izlenen filmlere hep tarih kokan yapıtlar... Ben de naçizane hem mesleğimden hem de merakımdan dolayı Osmanlı Tarihi’ni neredeyse ezbere bilirim. Şunu da belirteyim yukarıdaki kronolojinin tamamını kendi tarih bilgimle yazdım, hiç kaynağa bakmadım. Bunu övünmek için söylemiyorum. Ben asla kaynaksız araştırma yapmadan çalışmam,  tüm çalışmalarımı kaynağa dayandırma mücadelem vardır. Lakin Osmanlı Tarihi savaşları, barış anlaşmaları neden-sonuçlarını ezbere bilirim şükür. Her ne kadar bunu yapabilsem de şu gerileme ve dağılmadan sonra kaynaklara bakıyorum. Sebebi aslında çok basit, kazanılan zaferleri hafızamızda tutmak çok kolay… Ancak kayıpları hemen siliyor, bilinç hiç yokmuş gibi davranıyor o sebeple Osmanlı’nın son dönemlerindeki durum içimi cız ettiriyor. Yazıyı böldüğüm için de gerçekten üzgünüm ancak hepimizde durum böyle sanırım. Lale devri de bitti, Patron 1730’da durun dedi isyan etti. 1739 Belgrat derken kayıplar iyice arttı. Yıllar geçiyor, halk ve devlet küçülüyordu. 1774 adı “küçük” sonuçları büyük bir anlaşma daha yapıldı. Artık tüm Avrupa ve Rusya’yla aynı anda savaşıyorduk. Kayıplar artıkça arttı. 1791-1792 Ziştovi,  Yaş ardı ardına geldi. İşimiz gerçekten yaştı. 1812 Bükreş Anlaşması, 1829 Edirne Anlaşması nefes alınacak sandık. 1827 Navarin’de yandık ki ne yandık… Derken ekonomik anlaşmalar zorladı bizi. Hünkâr İskelesi 1833 zordu. 1841’de Avrupalı mı oluyoruz diye azcık mutlu olduk.  Bu arada Tanzimat, Islahat… Göstere göstere gelen sonu engellemek için merhem olacak mıydı? 1856 Paris’le ağzımıza bir damla bal çaldılar. Devletimiz çöküyordu. Meşrutiyet’in ilanı, ne bir ne ikinci kurtuluş olmayacaktı. 1878 Ayestefonos çok ağır bir yüktü. Kars bile elimizden çıkmıştı. 1908’de Meşrutiyet çare olamadı ne olursa olsun. Öyle güçlü bir devletti ki adı bile korku salmaya yetiyordu. Tabiri caizse öldürmeleri bile 400 yıla yakın zaman aldı.   1911 Trablusgarp umut oldu, diriliş muştusu yandı yanacaktı. Balkan Savaşları da kayıptı, çok az kazanç bir kazanç… Ve büyük bir savaş 1914’te başladı, çok sürdü, milyonlarca insan öldü. 1915’te Seyitler biz de varız dedi. Bir devlet küllerinden doğacaktı. Savaş bitti. Lakin yeni kurulacak olan devlet savaşmadan bağımsız mı olacaktı? İnönü’yle başlayan zafer, Kütahya da hüzne döndü, Kalk ayağa Sakarya umut verdi. Büyük Taaruz’la hücum edildi, Akdeniz hedef seçildi, düşmanlar tası tarağı alıp ya çekildi ya da Türk’ün merhametine sığındı. 1923’te büyük bir devlet daha kuruldu. Alparslan’la açılan kapı zaman zaman yara alsa da hiç kapatılamadı. Çünkü virgül, üç nokta, noktalı virgül işaretleri cümleyi bitirmez. Noktayı eninde sonunda bir Türk koyardı. 1071’de Alparslan’ın yanında savaşan bir yiğit, tam 945 yıl sonra yeniden dirilişin ve ebedi bağımsızlığın sembolü olacak,  Türk tarihindeki yerini alacaktı. Adı mı? “Demir” gibi yiğit ne kadar “Halis” niyetli “Ömer” gibi vakur ve cesaretliydi. Böyle bir muhteşem tarihten sonra gel de koyma ‘2071’ hedefi…

Yararlanılan Kaynaklar:

1-Halil İNALCIK, Devlet-i Aliyye

 2-İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Saray Teşkilatı

3-İlber ORTAYLI, Türk Teşkilat ve İdare Tarihi,

4-Söğüt'ten İstanbul'a

5- AŞIKPAŞAZADE, Tevarih-i Al-i Osman

6- Osman TURAN, Selçuklular Ve İslamiyet

7- Prof. Dr. Ali SEVİM,  Anadolu'nun Fethi Selçuklular Dönemi,

8- Oktay TİRYAKİOĞLU, Çift Başlı Kartallar,