Değerli okurlar! İnsanoğlu olarak dünyaya gelmenin, hem bir bedeli ve hem de bir sorumluluğu vardır değil mi? İnsan istese de istemese de, kendine göre, bu bedeli ödemekle yükümlüdür. Dünyaya geliyorsun ve onun nimetleriyle geçiniyorsun. Yaşamın elbette bir bedeli olacaktır. Onu ödeyeceksin. Yaşadığın eve, sokağa, komşuya, kente ve oradaki insanlara karşı, bir sorumluluk taşıyorsun. Ondan sıyrılamazsın. Öyle de değil mi gerçekten?

Ne yazık ki toplum yaşamında, kimi insanlar hasta, yada yoksul görünme sanatında başarılıdırlar. Bu tür insanların amaçları ise duygu sömürüsüyle, başkalarının hesabına yaşamaktır. Uydurma bir sakatlık bahanesiyle, yada bir yoksulluk gösterisiyle, başkalarının hesabına yaşamak şarlatanlığını seçenler… Oysa, bu yaşam tarzı, ahlak kurallarıyla ve insanın varsa onuruyla bağdaşmaz.

 Halkın toplanan vergi paralarıyla, gerek merkezi gerekse yerel yönetimlerin gelene gidene fakir fukara ayrımı yapmaksızın  bedava yemek yedirmesi, ihtiyacı olmayanlara yardımlar yapması, savurganlıktan ve toplumun paralarını, amaç dışında kullanmaktan başka bir şey değildir. Çin Filozofu Konfüçyüs diyor ki: “İnsanlara bedava balık yedirmek yerine, onlara balık tutmasını öğretiniz”. Böylece, harcanan emek ve halkın parası, boşa gitmesin. Bu anlamda yapılacak şey: Bedava yemekle, bedava yardım yapmakla tembelleri haksız ödüllendirmek yerine, eğiterek yoksullara bir beceri kazandırmak ve onları üretici kılmak, daha doğru olacaktır.

 Bakınız! Günümüz  dünyasın da ülkeler paraya dönüşebilen birtakım  icatlar ve tasarruf yada tutumluluk özellikleri sayesinde, zengin oluyorlar. Dünyada üretilen yenilikler günümüzde  patentlere bağlanıyor. Japonya”yı, Çin”i göz önüne getirelim. Japonlar önde olmak üzere, Amerika, Avrupa Birliğinin 27 ülkesi, Tayvan ve Güney Kore, icatlarda yarışıyorlar. Türkiye bu yarışın içinde yoktur. Ülke olarak biz, bizi oyalayacak başka konular bulmakta gerçekten ustayız. Çin, yeni icatlar yerine, kendini teknolojinin pazarına ve pazarlamasına vermiştir. Oradan para kazanıyor. Bilgisayar, ofis makineleri ve değerlerinin imalatı ve ihracatıyla yüzde 30 gibi, bir büyüme sağlıyor. Ülkemiz ne yazık ki, bilimsel araştırma ve geliştirme programına, her yıl bütçesinin sadece ortalama yüzde ikisini  ayırıyor ki ki; bu rakam çok yetersiz sayılmaktadır.

Elbette kalkınmak, gelişmek; balık yedirmekle değil, balık tutmayı öğretmekle sağlanır. Maalesef  bizim vatandaşın gözü de, kendisine bedava balık yedirenlerde kalıyor. Onu bekliyor ve öylece alışıyor, alıştırılıyor.  Böylece çalışma ve üretme ciddiyeti, ikinci plana düşüyor. Siyaset adamlarımız da, fırsat bu fırsattır, eğitimsiz insanlarımızı bu metotla satın almağa koşuyor. Onlara para, kömür ve yiyecek maddeler dağıtıyor. Halkı, üretimin dışına iten bu usül, yeterince tartışılmıyor. Tabii ki yabancı güçler de, bu siyaseti çok beğeniyor. Neden derseniz!  Çünkü halkımızın uyanmasını istemiyorlar da ondan. Yoksul bir halk, onların dişine, daha yumuşak geliyor. Oysa, bize balık tutmasını öğretecek, onun satışını da organize edecek, bir sisteme ihtiyacımız olduğunu düşünüyor ve her zaman dile getiriyorum.

Bakınız! Ülke olarak   Birleşmiş Milletlerin tesbitine göre, yaşam kalitesi açısından, kâr memleketi olan Finlandiya’nın 90 basamak altındayız. Bu geriliğin sebebi, ne olabilir? Dünyada, enerji kaynakları ve üretim biçimleri hızla değişiyor. Ona uymaktan başka çare var mı? Evet var… Ekonomi üstünlüğü, başa güreşiyor ve önde yarışıyor. Siyasetin ve yönetimin, en önemli görevi, halkın yaşam kalitesini yükseltmektir. Bunun da çaresi de, üretici olmaktır. Bu ülkenin kalkınması üretmekten geçer!! Hoşça kalın, dostça kalın, sevgiyle kalın!