Değerli okurlar! izin verirseniz bu yazımda, 2019 yılına el veda diyebileceğimiz bu günlerde, ortadoğu coğrafyasının  en önemli jeopolitik  yerinde bulunan ülkemiz için için geleceğe yönelik bir tehdit değerlendirmesi yapmaya çalışacağım. Türkiye’nin 2020’de yüz yüze kalacağı tehditleri az çok herkesin bildini düşünüyorum. Ayrıca tarihin bilinen ancak değişmeyen bir  hükmü vardır oda şudur: “Bir ülkenin ordusu çökerse devleti de yıkılır, ne vatanı ne de makamı kalır” Bu tehditlerden birisi belki de en önemlisi ortadoğu coğrafyasında hemen yanı başımızda PKK/PYD Terör Örgütünün varlığıdır.

              Ülkemizin Suriye"de gerçekleştirdiği operasyonlarda PYD/PKK terör örgütünü etkisiz duruma getirmek, terör koridorunu önlemek, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine güvenli bir şekilde dönüşlerini sağlamak, Suriye’nin toprak bütünlüğüne katkıda bulunmanın amaçlandğını özellikle ifade etmek ve vurgulamak gerekir. Elbette her askeri harekât, belirlenen politik amaçları karşılayacak şekilde yapılmaz mı?  Askeri hedefler politik amaçları gerçekleştirebilecek şekilde seçilir. Hedef, stratejinin anahtarı değil midir? Mantıklı ve tutarlı olmayan hedeflere hiçbir strateji ile ulaşılamaz. Acaba hayalperestlik ve ihtiras ta asla bir strateji olabilir mi?

              Yapılan anlaşmalara göre PYD/PKK terör örgütü, 440 kilometre genişliğinde 30-32 kilometre derinliğinde oluşturulacak bir “güvenli bölge”nin dışına çıkarılacaktı. ABD ve ardından Rusya ile yapılan anlaşma sonucunda, 440’a karşılık ancak 140 kilometrelik bölüm Türkiye’nin kontrolünde kaldı. Yaklaşık 300 kilometre genişlik ve 30 kilometre derinlikteki bölge, ABD, Rusya, Suriye yönetimi ve PYD/PKK terör örgütünün kontrolünde. Bu bölgede, Türkiye sınırından itibaren 10 kilometrelik şeritte, Türkiye-Rusya arasında ortak devriye uygulanıyor. ABD ve Rusya’yla yapılan anlaşmaya rağmen, 300 kilometrelik alandan PYD/PKK terör örgütü çekilmiş değil. Üstelik varlığını daha da güçlendiriyor.

              Kim ne derse desin PYD/PKK terör örgütü, ABD tarafından meşrulaştırılmış, itibar ve sempati kazandırılmış bir terör örgütüdür. ABD’nin terör örgütüne desteği ve siyasi bir yapı kazandırma adımları gün geçtikçe artmakta olduğunu cümle alem biliyor. Akıllardaki soru işareti şu: Acaba düzenlenen askeri operasyon ortaya konulan PYD/PKK’ya yönelik politik amacı karşılayabilmiş midir? Ayrıca bir-iki milyon Suriyeli sığınmacının dönüşüne yönelik amaç da gerçekleşebilecek mi? ABD, Suriye’de varlığını sürdürdüğü sürece Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması da gerçekten mümkün müdür?

              Bakınız! 2011 yılında, ülkemizin en önemli komşusu Suriye’ydi. Gelinen aşamada acaba Türkiye, Suriye’de ABD ve Rusya’yla da komşu olmadı mı? Birbirlerini tehdit olarak gören iki küresel güç olan ülkeyle, yani ABD ve Rusya’yla komşu olunması, ülkemizin atacağı adımları ve manevra alanını sınırladığı gerçeğini kabul etmemiz de gerekmiyor mu? Uzmanlarca yapılan araştırmalara göre, bir iç savaş en az 15-20 yıl sürmektedir. Bugün Afganistan ve Irak örneği, Suriye’de iç savaşın 30-40 yıl sürebileceğinin işareti de değil midir aynı zamanda? Yani, Suriye’deki iç karışıkla en az bir 10-20 yıl daha yaşanmak zorunda kalınacak, ABD ve Rusya"nın ise, Suriye’de kalıcı olacağını gözlerden uzak tutmamak da gerekmez mi? Bu arada hemen hatırlayalım ve hatırlatalım: Türkiye’nin Suriye’de bulunan tek Türk toprağı Süleyman Şah Türbesi de biliyorsunuz 22 Şubat 2015’te tahliye edilmişti. Bu toprağın henüz yerine taşınamadığının da farkında olmak gerekmez mi?

              Bakınız! Ülkemize Suriye’den gelen sığınmacı sayısı yaklaşık dört milyon civarında. Bunların yüzde 47’si 18 yaşın altında. Günde, yaklaşık 400 Suriyeli bebek doğuyor; bu da yılda 150 bin civarında bir nüfusu teşkil ediyor. Yani, yılda 150 bin yeni Suriyelinin nüfusumuza eklenmekte olduğunu da biliyor muyuz? Suriyeli sığınmacıların ülkelere dağılımına bakıldığında, dikkat çeken bir tablo söz konusu. Resmi rakamlara göre Türkiye 3 milyon 687 bin, Lübnan 1 milyon, Ürdün 660 bin, Irak 250 bin, Mısır 130 bin, Almanya 530 bin, İsveç 110 bin, Avusturya 50 bin, Kanada 54 bin, ABD 33 bin Suriyeli sığınmacı kabul etmiş. Elbette ki AB, Türkiye’deki sığınmacıların ülkelerine dönmesini istemiyor. ABD, Türkiye’ye ¨vatandaşlık verin¨ diyor. Hemen altını çizelim, PYD/PKK terör örgütü de sığınmacıların dönmesini kesinlikle istemiyor. Öyleyse ülke olarak, ABD ve AB’nin oyununa gelmememiz, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi yönünde etkili ve neticeleri kalıcı olan adımları atmamız da gerekmiyor mu? Bu konuda, muhakkak, zaman geçmeden Suriye yönetimiyle işbirliği ve anlaşma yapılmalı. acaba ve dış politika konusunda duygular değil, ulusal çıkarların konuşulmasının zamanı da gelmedi mi?

              Bakınız! İdlib denen bölge, teröristlerin, radikal unsurların ve muhaliflerin toplandığı tehdit üreten Suriye yüzölçümünün yüzde 5’i kadarbir toprağa sahip, ülkemiz ile ile 130 kilometrelik sınırı olan bir coğrafya. BM Güvenlik Konseyi’nin 15 Temmuz 2019 tarihli raporunda, IŞİD’in bir bölümünün İdlib’e geçtiği belirtiliyor. Raporda, ¨Yabancı terörist savaşçıların en yoğun toplandıkları iki bölgenin İdlib ve Afganistan olduğu¨ belirtiliyor. Ayrıca, ¨Yabancı terörist savaşçıları açısından dünyanın en büyük çöplüğü haline geldiği¨ de kaydediliyor. Kısacası BM Raporu, aslında şu gerçeğin altını çiziyor: Türkiye’yle 130 kilometre sınırı bulunan İdlib, Küçük bir Afganistan’a dönüşmüş durumda. İdlib, gelecekte Türkiye için önemli bir tehdit potansiyelini barındırıyor. İdlib’te, sayıları 40-50 bini bulan radikal terör örgütleri (El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi), Türkiye için kayda değer bir tehdit. Acaba bu gelişmeler ve gerçekler ışığında şu soruya yanıt aramak da gerekmez mi? ülkemizin, keza küçük bir Afganistan’la (İdlib) komşu olmaya tahammülü var mıdır? Öyleyse etkili önlemlerin alınması, duyguların değil, ulusal güvenlik konuşması da gerekmez mi?

              Yine ABD tarafından parçalanan Kuzey Irak’ta PKK’nın en büyük kampı Kandil’di. Irak’taki karışıklık ve istikrarsızlık sonucu PKK, Sincar’a ve diğer bölgelere de yerleşti. Kandil’in Türkiye’ye uzaklığı 180, Sincar’ın 80 kilometre. Acaba bugün Sincar"ın, teröristlerin Türkiye’ye daha kısa sürede girip çıkabilecekleri bir yer olduğu da bilinmiyor mu? Irak’taki istikrarsızlık ve karışıklık, PKK’nın ve diğer terör örgütlerinin alan kazanması ve yerleşmesi için uygun bir iklim sağlamaz mı? Bu da, Türkiye’nin güvenliğini artan oranda olumsuz etkilemez mi?

              Kabul etmek gerekir ki bugün ülke olarak  Doğu Akdeniz Enerji Savaşları ve Güç Mücadelesi sorunu ile karşı karşıyayız. Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin yetki alanlar yok sayılarak, Yunanistan ve Güney Kıbrıs"ın diğer ülkelerle yaptığı doğal gaz sondaj çalışmaları Türkiye için önemli bir tehdittir. Doğu Akdeniz’de, 2020’de enerji savaşlarının ve güç mücadelesinin şiddetlenerek devam edeceği gerçeğinin de farknda olmak gerekmez mi? Hal böyle olunca yaşanan bu sorunun, Doğu Akdeniz, Suriye’ye ek olarak, Türkiye’yi ikinci cephede mücadeleye zorlamayacağını kim garanti edebilir? Hatırlayın! Ülkemizin başlangıçta, “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyerek Libya’ya müdahaleye karşı çıkmış, ancak kısa bir süre sonra altı gemiyle katkıda bulunmuştu. Acaba ABD’ye, Fransa’ya ve Batı ülkelerine verilen bu destek stratejik bir hata da değil miydi? Türkiye, “Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti” ile 27 Kasım 2019’da imzaladığı anlaşmayla, yetki alanlarını yok sayan projeye dur demiştir. Bu ülkemiz ve çıkarlarımız açısından doğru bir harekettir. Ancak, ABD ve AB anlaşmaya tepki göstermiş ve Yunanistan’ın yanında yer almışlardır. Sonucunu iler ki zamanlarda bekleyip göreceğiz elbette.

              Türkiye, Trablus merkezli “Ulusal Mutabakat Hükümeti”ni desteklerken, Tobruk merkezli “Temsilciler Hükümeti” ise yapılan anlaşmayı geçersiz sayıyor. Türkiye’nin karşı cephesinde yer alan Hafter güçlerini, Rusya, BAE, Suudi Arabistan, Fransa ve Mısır destekliyor. Türkiye Suriye’de Rusya ile birlikte hareket ederken; Libya’da Rusya’nın karşısında yer alıyor. Türkiye için en büyük risk, karşı cephede yer alan Hafter güçlerinin üstünlük sağlayarak kontrolü ele geçirmesi ve Türkiye’nin yaptığı anlaşmanın geçersiz kılınmasıdır. kim ne derse desin, Suriye’de, ABD ve Rusya arasında denge sağlamakta zorlanan bir ülke durumundayız. Libya’da izlediğimiz politika nedeniyle, Rusya’yla süregelen iyi ilişkilerin olumsuz etkilenmesi ülkemizi Suriye’de zora sokacağa benziyor, inşallah temennimiz sokmaması yönündedir.

              Gelelim  başlangıçta ifade ettiğimiz yeni yılda (2020) karşılacağımız stratejik sorunlara. Acaba ülkemizin 2020’de yüzleşeceği stratejik sorunlar nelerdir? Birincisi BEKA (var oluşsal) sorunu. Coğrafi bütünlüğün korunması sorunu. Çevre ülkelerdeki gelişme ve PYD/PKK terör örgütünün güçlenmesi. İkincisi terör sorunu. Bilindiği üzere eskiden, PKK bölücü terör örgütü vardı. Şimdi, PKK, PYD, IŞİD, El Nusra (El Kaide) ve FETÖ’yle mücadele etmek zorunda kalan bir Türkiye var. İdlib’in konumu ve barındırdığı terör, gelecekte kayda değer potansiyel bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Üçüncüsü kutuplaşma sorunu. Şayet dış cephede başarılı olmanız için, iç cephenizin güçlü olması gerekiyor. Ülkemizde kabul etmek gerekir ki, insanlar kutuplaşmış durumda, bu denli aşırı kutuplaşma, tehditlere karşı koyarken ve sorunları çözerken ülkemizi de olumsuz etkilemez mi? Kutuplaşmanın giderilmesi yönünde, somut adımların atılması gerekiyor. Sonuncu sorunumuz ise liyakat sorunudur. Kumpas davalarla tasfiye edilen, başta TSK personelinin ve diğer kurumlardaki yetişmiş insan gücünün boşluğu doldurulamadığının farkında olmak gerekiyor. Hangi alanda ve sahada olursa olsun liyakat sisteminin zedelenmesi, doğru kararların alınmasını ve uygun adımların atılmasını zora sokar. Dış ve iç politikada atılan yanlış adımların, gelecekte telafisi mümkün olmayan sonuçlara  neden olması da mümkün değil midir? Eğer ülke olarak bir yalnızlık ve tehdit büyüklüğü ile karşı karşıya kalınıyorsa; komşu ve çevre ülkeleriyle barışılmalı, Suriye, İsrail ve Mısır’la işbirliğini kurup geliştirmelidir. Türkiye"nin, Suriye’de ABD’yle işbirliğinden vazgeçmesi çıkarları açısından gereklidir ve büyük önem arz etmektedir.

              Bu arada bazı gerçeklerin de altını çizmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, PYD/PKK terör örgütüyle mücadelenin, ABD ve diğer ülkelerin desteği nedeniyle kısa dönemde sona eremeyeceği gerçeği; ikincisi, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine emniyetle dönüşlerinin sağlanması yönünden Şam yönetimiyle ¨Adana Mutabakatı¨ gecikmeden aktif duruma getirmeli ve Suriye’yle işbirliği artırılmalıdır. Bakınız! Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk: ¨Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe mağlûp olabilir; fakat hiçbir zaman bir memleketi yok edemez. Memleketi temelinden yıkan iç cephenin çökmesidir.¨ diye boşuna dememiştir. Bu söz, dünya savaş tarihinin en büyük strateji ustasının hükmü değil midir aynı zalmanda…? Acaba dış politika konusunda duygular değil, ulusal çıkarların konuşulmasının zamanı da gelmedi mi? Hoşça kalın, dostça kalın, sağlıklı kalın!