14 Mayıs seçimlerinin birinci turu milletvekili seçimi ayağı sonuçlandı ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi ise 28 Mayısta yapılacak olan ikinci tura kaldı.

Değerli Okurlar!

14 Mayıs öncesi adayların vaatleri adeta uçuşuyordu; bayram paraları, bedava yakıtlar, asgari ma­aşlar, vergi indirimleri, teşvikler, muafiyetler daha neler neler. Artık bundan sonra vaatleri gerçekleştirme zamanı. Acaba vatandaşlar verilen bu vaatleri takip edecekler mi, vaatler gerçekleşecek mi, elbette bekleyip göreceğiz. Asıl önemli olan husus ise verilen bu yağlı-ballı vaatlerin nasıl gerçekleşeceği ve kaynağın nereden bulunacağı değil midir?

Hiç düşündünüz mü? Acaba verilen vaatler nereden karşılanacak? Elbette ki, mutlaka bir yerlerden kaynak ayırmak gerekmeyecek mi? Bakınız! Kamu yani devlet tüm kaynaklarını vatandaşlarından, çalı­şanlardan, üretim, ticaret yapanlardan ve bazı öz kaynak­lardan elde ettiği gelirlerden sağ­lar. Burada en önemli kaynak vergiler değil midir? Devlet yapacağı harcamala­rını ise bu toplanılan gelir­lerden yapar. Gider gelirden fazla olduğunda ise ya borç alır ya da para basar, elbette her ikisinin de ağır bedeli vardır. Acaba bir toplumda bir ülkede borç, kredi al­madan, para basmadan ekonomide denge nasıl sağlanır? Hemen dilimizin döndüğünce açıklamaya çalışalım: Şayet ekonomide gelir gider dengesini sağlamanın yolu ve yöntemi hem gelirlerin arttırılması hem de giderlerini azaltmasıdır. Biz buna Maliye Politikası literatüründe bütçe dengesi diyoruz. Nasıl ki, bir devlet ve ülkede bu hesap nasıl yapılıyorsa, birey ve ailede de aynı yapılır.

Öyleyse eğri oturalım, doğru konuşalım. Devletin gelir adaletini sağlaması  büyük önem arz eder. Bir ülkede gelir adaletini sağlamanın yolları şunlardır: Birincisi adil bir vergi sisteminin kurulması gerekiyor. İkincisi vergiyi dengeli ve genele (tabana) yaymak, tahsilatını da takip etmek gerekiyor. Üçüncüsü vergi kaçırma ve kaçınma yollarının kapatılması ve bu konuda taviz verilmemesi gerekiyor. Dördüncü olarak gelir dağılımını dengelemek diğer bir anlatımla gelir dağılımı adaletsizliğini gidermek gerekiyor. Son olarak da uygulama ve yaptırımların (cezai müeyyide) sıkı bir şekilde tavizsiz olarak takip edilmesi gerekiyor. Tam yeri gelmişken ifade etmek gerekirse, başta vergiler olmak üzere toplanan gelirlerin gerekli yerlere, gerektiği şekilde ve öncelikli olarak harcanması büyük önem arzetmektedir. Maalesef bu güzelim ülkemizde bu konuda hayli sorunlar yaşandığını da vurgulamak gerekiyor. Burada anlatmak istediğimiz gerçek şudur: Bir ülkede politikacılarımız tarafından sanki bedava olarak vaat edilenlerin tamamının yurttaşların ve iş dünyasının, çalışanların, vergileriyle ödeneceğini bilmek, farkında olmak ve idrak etmek de gerekmez mi? Asıl önemli olanın ise; ülke yönetiminin güvenilir ve adil ellerde olması değil midir? Bu güzelim ülkede, bu güzide toplumda şahsi menfaatlerimiz asla ve asla ülke ve toplum menfaatlerinden üstün olmamalıdır. Olursa ne olur? Elbette sorunlarımız bitmek tükenmek bilmez.

Bu güzelim ülkemizde, en iyi iktisatçıların dahi doğru verileri görmeden yorumlamaktan kaçınacağı yine de mevcut görünen verilere baktığımızda bizleri ekonomik anlamda zor günlerin beklediğini söylemek herhalde yanlış olmasa gerek. Elbette seçimin ikinci turunun neticelenmesine, yeni hükümetin kurulmasına sayılı günler olsa da yeniden toparlanma sürecini kestirmek de gerçekten kolay değildir. Boş, eksi bakiye veren bir kasa, oy için yapılan hesapsız harcamalar, verilen sözler, bedava yağlı-ballı verilen vaatler, yüksek enflasyon, karşılıksız basılan para, baskı altındaki suni döviz kurları, alım gücü iyice düşmüş Türk Lirası, kontrolsüz piyasa gibi sebepler ile seçim öncesi yaşanan zor hayatın bir süre daha devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu sürenin ne kadar olabileceği ise seçim sonrası kazanan iktidarın yaratacağı psikolojik etki ve alacağı tedbirler, sağlayacağı güven ortamı ile doğru orantılı da değil midir? Kim, hangi parti, hangi ittifak kazanmış olursa olsun, açıkça anlaşılan husus, hukukun tarafsız ve bağımsız olması, devlet harcamalarında denetimin şart olduğu değil midir?

Her ne kadar ekonomi ve politika uzmanı olmasak da bu konulara vakıf, iyi kötü bu konularda dirsek çürütmüş bir eğitimci olarak, ömr-ü hayatında üç kişi çalıştırmamış, cebinden SGK pirimi ödememiş kişilerden Çalışma Bakanı, bir bakkal dükkânı dahi işletmemiş kişilerden Ticaret Bakanı ya da oto sanayi dışında sanayi görmemiş kişilerden-Sanayi Bakanı olmaz diyerek, liyakat ve ehliyet sahibi olanların üst düzey bürokrat ve bakan olmasının önünün açılması gerektiğini düşünenlerdenim. Bakınız! Geçtiğimiz 8-10 yıllık dönemin acı tecrübeleri bu durumu teyit etmiyor mu? Kuralları ve sınırları belirlenmeden devlette yetki verilen kişiler, kendilerine verilen makamları sanki şirket koltuğu zannedip, toplum menfaatini kolayca göz ardı edebiliyor. Geçmişte pek çok kendi işinde başarılı insanın şahsi menfaatler uğruna düştükleri durumları görmedik mi? Öyleyse kamu yönetiminde liyakat, eğitim, etik değerler ve ahlak şart ama bağımsız yargı, şeffaflık ve denetim olmazsa, yaşanabilecek suistimallerin, devlete ve dolayısı ile millete zarar verecek boyutlara kolayca ulaşabilmesi mümkün olmaz mı?

Acaba bu güzelim ülkede, toplum olarak nasıl üretiriz, nasıl refah seviyesine ulaşırız, nasıl zenginleşiriz diye kafa yoranlarımız yok mudur? Toplum olarak her şeyin en iyisini istiyoruz ve buna layık olduğumuzu düşünüyoruz. Ancak bir sorun var; oturduğumuz yerden daha fazlasını kazanamayız. Mevcut durumda çok enerji harcayarak az üretiyoruz, bir başka deyişle katma değersiz şeyler üretiyoruz. Bun­lar bilinen şeyler elbette. Acaba ülke olarak zenginleşmemizin, refah seviyesine ulaşmamızın önündeki en önemli engellerden birisi de  toplumsal güven eksikliği değil midir? Öyle bir toplum olmuşuz ki, artık insanımız olana bitene, her gördüğüne inanmamaktadır. İşte bir seçim geçirdik. 28 Mayısta seçimin ikinci turu gerçekleştirilecek.  Haftalardır Türkiye sandık güvenliğini tartışıyor. Vatandaş verdiği oyun bir kazaya kurban gideceğini düşü­nüyor. Partiler neredeyse bir yıldır oyların sağlıklı verilmesi ve sayılması için çalışmalar yapıyor. Türkiye zaman ve parasını buna harcıyor. İnsanlar na­musu olan oyunu birilerinin çalaca­ğına inanıyor. Ne kadar üzücü bir durum değil mi? Sandık başla­rında milyonlarca insan nöbet tutu­yor. Gelişmiş, zen­gin bir toplumda böylesi bir durum olabilir mi? Tüm yaşananlar toplumda hâkim olan güvensizliğin önemli bir ka­nıtı da değil midir? Refah seviyesine ulaşmamız için katma değerli, kaliteli, reel üretim kapasitemizin artması ge­rekmektedir ancak tek başına yeterli değildir. Öyleyse toplumda güvenin tesis edilmesi asgari şart olarak karşımıza çık­mıyor mu? Şu gerçeği, tarih çok iyi gösterir ki, hukuk sistemi sorunlu, güvensizliğin had safhada olduğu, tarafsız ve bağımsız mahkemeleri olmayan, bir adalet sistemi yavaş, hakim ve savcıların liyakate göre değil sadakate göre atandığı ülkelerde ve toplumlarda hiç bir dönemde hiçbir zaman toplumsal huzur ve refah sağlanmamıştır? Acaba yanılıyor muyuz? Ne dersiniz?