Değerli okurlar! Düşündüklerimiz, düşündürdüklerimiz, hayal ettiklerimiz başlğı altında bir önceki yazımıza “Bu fani dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misiniz? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyilikler değil midir? İnsan ruhu, henüz keşfedilmemiş kapkaranlık bir coğrafyadır. Vahşetle şefkat, korkuyla cesaret, nefretle sevgi, mantıkla delilik, hepsi, bir zihnin içinde hapsedilmiştir. Neden acaba?” şeklinde giriş yapmıştık. İzin verirseniz bu gün de insan olmanın erdemiyle, insani değerlerle başlayalım:

Acı olan şudur ki; toplumumuzda giderek tavsiye üzerine insan seçer olduk. Oysa ki insan olmak, özü sözü bir olmakla eşdeğerdir. ‘’Güvenebilirsin çok dürüst, düzgün bir insandır’’ denir ya, zaten olması gereken de bu değil midir? Gözleri görmeyen Aşık Veysel bile, “Benim sadık yârim kara topraktır” demiş. “Ona işkence yapınca bana gülerdi, bir tohum ektim dört bostan verdi” Dediği dünya ve kara toprağı aslında bizim yaşam kaynağımız. Bize hayat veren fakat bizim umursamadığımız üç unsur hava, su ve toprak. Öyleyse havamıza, suyumuza, toprağımıza velhasılı doğa ve çevremize sahip çıkmamız da gerekmez mi?

Son yıllarda pandemi nedeniyle bilhassa da yaklaşık 3 yıldır maalesef güzel şeyler yaşayamadık. Evlere tıkıldık, bir sabah kalktık ki her şey değişmiş. Seyahatler, arkadaşlar ile doya doya sohbet, bir yerde buluşmak, sevdiklerine sarılamamak dert oldu her birimize. Acıyı, hüznü bile kalbimize gömmek durumu ile karşılaşmadık mı? Son yıllarda maalesef güzel şeyler yaşamıyoruz. Dünyayı çok hor kullandık, dünya sadece insanlara ait zannettik. Gölleri, denizleri, nehirleri kirlettik, yetmedi havayı kirlettik. Şu sıkıntılı günlerde ilaç olacak olan, hasret kaldığımız doğayı bozduk ve halen daha da bozmaya devam etmiyor muyuz?

Son yıllarda maalesef güzel şeyler yaşamıyoruz. Tarım alanlarının tam ortasına fabrikalar kurduk karasinekler bastı, ilaçla hepsini telef ettik. Tarla fareleri evsiz kaldı çıktığı deliklere zehir doldurduk, yılanlar çıktı hepsini katlettik. Otoyollar yaptık kurda kuşa geçit vermedik, dereleri kanalizasyon ve fabrika atıkları ile zehirledik. Su kuyuları vardı başlarında da kavak ağaçları hepsini kestik, dallarına kuşlar geliyordu şimdi yoklar. Sahillerin her karışına ev yaptık martılara konacak yer, yuva bırakmadık artık fabrika çatılarına konuyorlar.O milyarlarca yılda var olmuş toprağın, doğanın dokusunu da bozmadık mı?

Son yıllarda maalesef güzel şeyler yaşamıyoruz. Üredikçe yer daraldı insanoğluna, yer daraldıkça doğaya saldırdı. Koca şehirlerde içilecek sular taşıma sistemi ile besleniyor. Hani atalarımız demiş ya taşıma su ile değirmen dönmez. Hala anlamadık, anlamadık, anlamadık. Elimize geçirdiğimizi denize attık yuttu sandık...Oysa birçok balığı naylonla boğduk öldürdük, Mikronize olan çöpleri balık bize yedirdi ve geri kalanı da müsülaj diye bir köpükle ölüyorum artık dedi deniz. Bu olanlara kahroluyorum ama yine de her şeye rağmen ben doğaya aşığım. Acaba yanılıyor muyum?

Havamız, suyumuz, toprağımız için aklımızı başımıza almamız gerekli. Bu işin zengini, fakiri, siyaseti yok. El birliği ile bozduk, el birliği ile de yeter dememiz lazım. Gelecek nesillere bize bırakıldığı gibi bırakmamız lazım. Olmasa dağı olmasa denizi, nehiri, gölü, tarlası, kurdu kuşu Böceği, çiçeği, meyvesi neylesin yeni nesil dünyayı… Öyle de değil mi gerçekten?

Günlük yaşamda bazen de öyle cümleler kurarız ki; Dürüstçe söylemek gerekirse,Sana her şeyi dürüstçe anlatmak istiyorum. Halbuki dürüstlük sözle ifade edilebilen bir değer değildir. Dürüstlük, kişinin hal ve hareketlerinde, sesinin tınısında, gözlerinde ve beden dilinde de değil midir?Giderek dürüstlük arıyoruz çünkü güvenmek istiyoruz, güvenilir ortamlarda bulunmak istiyoruz. Güvenmediğimiz zaman korku içinde oluyoruz, uzaklaşıyoruz. Madem ki bu kadar önemli bir duygu bu, o halde, önce kendimizden başlayalım ve en güzeli de önce kendimize dürüst olalım. Ne dersiniz?

‘’Dürüst olduğun için kaybedebilirsin ama yalan söyleyip utanmaktan iyidir’’ der Amerikalı yazar ve şair Charles Bukowski. Dostoyevski ise İnsancıklar romanında, ‘’Dürüst olduğun için sefalete düşmezsin, beceriksiz olduğun için kaybedersin’’ der. Ben bu düşünceden tarafım. Toplumumuzda oluşan o algı hep aynıdır aslında. ‘’Ben hep iyi niyetimden kaybediyorum’’ deriz ya, aslında iyi niyetimizden değil aklımızı kullanmadığımız için ya da bazen çabuk güvendiğimiz için kaybetmez miyiz? Gerçekleri çarpıtmadan anlatmaktır dürüst olmak. Bazı durumlarda bir olayın akışını yalan söylemeden ama eksik bilgi vererek değiştirebiliriz. ’Ama ben olanı söylüyorum’ deriz, ama her olanı da  söylemeyiz. Belki yalan söylemediğimiz için vicdanımızı rahatlatmış olabiliriz ama aslında dürüstlüğü hiç etmişizdir. Dürüstlük salt bir kavramdır. Koşula, zamana ve ele geçen fırsatlara göre değişken olmamalıdır. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar, bırakın kovsunlar. Öyleyse doğruyu söylemek de gerekmez mi?

Sevgi bir yaşam tarzıdır. Ama zorluklar ve engeller sevgi içeren bir yaşamda da vardır. Kimi zaman bu zorlukların aşılması zaman ve emek ister. Sevgi ihtiyacını hissetmek, bu uzun zorlu yolun sadece ilk adımıdır. İşin sırrı şudur: Temel ihtiyaçlarımız var. Bunları tatmin etmeden yaşanmıyor. Ama sevgisiz bir yaşam da insani bir yaşam olur mu? İnsan olmanın keyfi, sevmekte ve sevilmekte değil midir? Sevelim sevilelim! Hoşça kalın dotça kalın, sevgiyle kalın!